Menü Kapat

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

Kübra Ünlü – Perihan Akçam RöportajıOnca Çileden Sonra

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

Akçamlar 12 Eylül’ün acılarını en çok çeken ailelerden sadece belki de bir tanesi.

Eşiyle oğulları hapis, işkence ve sürgünle yüz yüze gelen Perihan Akçam: “Can kaybımızın olmaması bir şanstı. Daha ağır şeyler yaşayanlar karşısında utanıyor insan.” diyor.Onun deyimi ile “Bir daha yaşanmaması için yaşanılanların unutulmaması, toplumsal bellekte canlı kalması gerekir”. İşte tam da bu bakış açısından yola çıkarak Perihan Akçam’ın ikinci baskısını yıllar sonra yaptığı ilk kitabı “Onca Çileden Sonra” yakın zamanda Arkadaş Yayınlarından çıktı. Önce eş, sonra anne, son olarak kadın duyarlılığı ile 1970-90 arasında yaşanılan darbeye dair anılarını aktardığı kitabı hakkında konuştuk.

Bir dönemin canlı tanıkları ve yaşanmışlıkları içerisinde sizi bu kitabı yazmaya iten kırılma noktası neydi?

12 Eylül ve cezaevleri üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu. Daha çok içeriyi, yani cezaevini ve orada işkence çekenleri konu olarak almıştı bu yazılanlar, söylenenler… Madalyonun bir başka yüzü daha vardı. “Dışarıdakiler”in çektikleri… Cezaevi kapılarını yurt edinmiş, yıllarca itelenmiş, kakalanmış, hakaretlere uğramış anaların, bizlerin çilesi unutulacak mıydı? Unutulmamalıydı. Bunun için yazdım… Yalnız içeridekiler değil, dışarıdakiler de iliğine kemiğine kadar yaşadı o dönemi… Bizim için onurlu bir direniş, o güne hükmedenler için de bir utanç kaynağı olarak tarih sayfaları içinde bir yeri olmalıydı.”

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

Bir kadınlık çilesi

Kitabı okurken, her ne yaşanırsa yaşansın; neredeyse her satırda; eş, anne ve kadın duyarlılığı karşımıza çıkıyor, şimdi o günlere baktığınızda bu gün kadın Perihan Akçam yaşayamadıklarına hayıflanıyor mu?

Elbette ki özlediğim, arzuladığım birçok şeyden uzak kaldım o dönemde. Onlarca yıl bir koca ve dört çocuğun gerisinde, bir yandan öğretmenlik, bir yandan annelik, bir yandan bizim evin alışverişten çocuk pijaması dikmeye, elde çamaşır yıkamaktan gömlek ve yaka ütülemeye hiç bitmeyen işlerinin sahibi bir kadınlık çilesini yaşamıştım… Emekli olmuştum artık… İki çocuğum da okullarını bitirip iş güç sahibi durumuna gelmişlerdi. Kendime biraz olsun zaman ayırabilecek, şöyle bir soluk alıp öyle bakabilecektim yaşamıma. Olmadı…  Daha çok koşturduğum, daha çok yorulduğum, en önemlisi de daha çok üzülüp kahrettiğim bir yaşam çıkmıştı karşıma…

Gelir geçer diyordum

Darbe ve dolayısıyla siyasi görüşleri çerçevesinde eşiniz Dursun Akçam yurt dışına gitmek durumunda kalıyor. İzmir’den bir vapura bindiriyorsunuz ve vapura dahi bakmadan son bir el sallamadan yolcu ediyorsunuz. O an, o kadın neler hissetti?

Açıkçası, Dursun Akçam’ı Kuşadası’ndan uğurladığım o gün çok fazla bir sıkıntı çökmemişti üstüme… Gelir geçer diyordum. En çok bir yıl bazı soruşturmalar yapılır, geçici bazı uygulamalar olur, sonra da her şey eki durumuna döner diye düşünüyordum. Aldanmışım. Dursun’un canı sağdı işte ve yurt dışına gidiyordu sonuçta o gün, aklım daha çok Ankara’daydı. Bazı siyasal olaylar içinde adı çokça duyulan ve geleceğinden çok kaygılandığım küçük oğlumun yanına dönmeliydim. Onu korumak, onu kollamak öncelikli işim olmalıydı. Ana yüreğim onun için daha çok üzülüyordu.

Bir çocuğunuz Taner Akçam o dönem arananlar listesinde, diğeri Mamak cezaevinde Cahit Akçam, bir diğeri ise Alper Akçam henüz birinci sınıfta ve gözaltına alınıyor. Bu durumda o dönem yakın çevrenizin ya da hanım arkadaşlarınızın size bakışları nasıldı, neler yaşadınız, toplumsal baskı gördünüz mü?

O günlerde yaşamım çoğunlukla sokaklarda geçiyordu. Cezaevi kapısı, avukat bürosu, birlikte bir şeyler yaptığımız analarla buluşmalar, sonradan başlayan mahkemeler içinde koşturuyordum. Etrafımdaki insanların davranışlarına başlangıçta çok dikkat etmemiştim, edememiştim. Bu koşturmacaya alıştıktan sonradır ki, çevremi daha iyi gözlemeye başladım. Beni rahatsız edici bir şeyler oluyordu elbette. Bazı tanıdıklarımız, hatta akrabalarımız bizden uzaklaşmışlardı; beni görünce görmemiş gibi yapanlar bile vardı. Kızılay’da idamlara karşı imza topluyorduk. 12 Eylül paşaları gencecik fidanları yaşına ve suçuna bakmadan idam sehpasına çıkarıyordu.

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

Elimizden gelen tek şey sokaklarda imza toplamaktı

Analar olarak elimizden gelen tek şey sokaklarda imza toplamaktı. Biz de onu yapıyorduk. Kırıkkale’de birlikte görev yaptığım bir öğretmen arkadaşım belirdi birden karşımdan. Ayaküstü biraz konuştuk. Durumu anlatmaya çalıştım; ondan da imza istedim. İmzayı attı ama bakışları bir tuhaftı.  Sonradan demiş ki, Perihan çocuğu için sokaklara düşmüş! Komşularımsa çok iyi insanlardı. O bakımdan çok şanslıydım. Yalnız yaşıyordum çünkü… Akşamları yolumu gözlerler, ben ev dönünce kapımı çalıp dönmüş olmamdan ötürü duydukları sevinci paylaşırlardı. Keşke bir şeyler gelse elimizden derlerdi. Onların insanlıklarını unutamam.  Bana çok destek olmuşlardı. O günlerde kan bağının, bazı akrabalıkların değil, insanca ilişkilerin daha önemli olduğunu da görmüş oldum.

Birçok genç insan öldürüldü

Oğlunuzu içeri alındıktan üç yıl sonra görüp, öpüp kokladığınızı belirtiyorsunuz? O günlerde sizi teselli eden neydi, nasıl tutundunuz hayata?

12 Eylül öncesi ve darbe sırasında birçok genç insan öldürüldü, idam edildi. Benim tek tesellim, can kaybımızın olmamasıydı. Onun için de üç yıl sonra bile olsa, küçük oğluma sarılma olanağı bulduğumda kendimi dünyanın en şanslı insanı gibi hissettim. İdamla yargılanıyordu; bunun yürek burukluğu da vardı ama sonuçta ona kavuşmuş, kokusunu duymuş, sarıp sarmalamıştım. Günün birinde yine tüm aile olarak bir araya gelecek, gülüp eğlenebileceğimiz şenlik sofraları kurabilecektik. Onu hayal ederdim.

Bizim evimizde bir araya gelindiğinde en çok yaptığımız şey buydu. Anadolu kültürünün bir parçasıdır bu sanırım. Oğlumla yaptığımız mektup yazışmalarında, diğer çocuklarım ve eşimle konuşurken hep bu gelecek güzel günlerin umudunu satır aralarında yaşatmaya çalışırdık. Yıllardır bir ayağımız hapishane, bir ayağımız mahkeme yaşıyorduk zaten. Bu vartayı da atlatmayı başarırız diyordum kendi kendime.

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

Kitap içerisinde birbirine benzeyen birçok kadının hikâyesi var. Görüşlere babalar mı, analar mı daha sık gelirdi?

Görüşe gelenler arasında analar çoğunluktaydı. O anaların birçoğu kışın karında ayazında ucuz naylon pabuçlarla gelip saatlerce dikilirlerdi ayakta. Eli öpülesi insanlardı onlar… Mücadeleciydiler. Gık demezlerdi, kafa tutarlardı omuzu kalabalıklara. Aramızda babalar da vardı elbette. Bana göre, babalar daha uysal, daha efendi durmaya çalışırlardı… Belki de askerlik yapmış olmanın verdiği garip bir alışkanlıkla her buyruğa, her yöneltmeye uyar, itiraz etmezler, seslerini çıkarmazlardı. Babalar da anaların cezaevi kapısının ve o günkü mücadelenin öncüsü olduğunu, belirleyici gücü olduğunu kabul etmişlerdi zaten. Babaların kimi kez söze başlarken, “biz analar olarak” dediğini hep anımsarım. Onlara da bize de çok olağan bir durum olarak gelirdi bu. Kanıksamıştık…

İçimizden kan akıtmıştı o kapılar

Mamak Cezaevi önünde yaz kış gecelediğiniz çok zamanlarda yumruklarınızı, dişinizi sıkarak itilip kakıldığınız uzun bir süreç yaşamışsınız. Bu gün aynı kapının önünden geçerken Perihan Akçam ne düşünüyor, sözcükler nasıl dilleniyor?

Oğlum dışarı çıktıktan sonra dokuz yıla yakın önlerinde çile çektiğim Mamak Cezaevi ve mahkeme kapılarına çok işim düşmedi. Sonraki yıllarda memleketimize, Doğu’ya giderken araçların içinde gözüm takıldı oralara. Birçok şeyin çok değişmiş olduğunu gördüm ve açıkçası üzüldüm. Bizim için anıtsal birer semboldü o mekânlar; hele de kapıların karşısında yıllarımızı geçirdiğimiz kömür depoları, otobüs durakları… O kömür deposunun ve Mamak Cezaevi kapısının türkülerde yaşaması çok güzel. Keşke kendileri de kalmış olsaydı.

Mahkemeye, cezaevine girdiğimiz askeri kapılardaysa hiç hareket görmüyordum geçerken. Öyle suskun, sönük olmaları güzel… İçimizden kan akıtmıştı o kapılar…

Bütün bu yorgunluklar üzerine bir hayat kurmak ve devam ettirebilmek; nasıl gerçekleştirdiniz?

Yaşam sürüyordu ve insanoğlu yeni durumlara kolay uyabilen bir yaratık…

Zaman zaman ben de hayret etmişimdir, o acıları çektikten sonra bugün nasıl olağanmış gibi gelen bir yaşam sürüyorum diye… Oluyor işte. En sıkıntılı anlarında bile kendine bazı teselli kaynakları buluyorsun; canımız sağ işte diyorsun, bir gün her şey düzelir diyorsun ve direniyorsun. Haksızlıklar, adaletsizlikler, insanlardan gördüğün çirkinlikler de insanı biliyor. Bunu böylece yanına bırakmamalı bunların diyorsun, bir gün hesap sorulmalı diyorsun… Bunların istediği seni yenik, yıkılmış görmek; sevindirme adamları diyorsun kendi kendine… Ve bir de bakıyorsun ki, acılarla, eziyetlerle, haksızlıklarla yaşamayı kanıksamışsın. “Onca Çileden Sonra” hayat daha da yaşanası gibi oluyor sanki.

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

19 yıl süren hapishanecilik

Yine sizin deyiminiz ile “19 yıl süren hapishanecilik”. Dönem kimilerinin ölümüne, kimilerinin tecritlerde sonlanan yaşamına, kimilerinin idam edilmesine, kimilerinin ise bir daha hiçbir zaman aile olamamasına sebep oldu. Bu süreç içerisinde kendinizi zaman zaman şanslı hissettiğiniz oldu mu?

Bu nasıl bir şanssa, elbette oldu… Dedim ya, aileden can kaybının olmaması en büyük tesellimdi. Çocuklarımın adları lider kadroların içinde geçiyordu… İdamla yargılanan bir çocuğun, kaç yaşına gelmiş olursa olsun, senin için hep çocuktur o, annesi olmak çok zor. Kendini şanslı sayarken bir yandan bir de utanç duyuyorsun elbette; daha ağır acılar yaşamış insanların yanında.

Süreç içerisinde her zaman dert anlatmaya gittiğiniz yetkililere, zaman zaman teşekküre gittiğinizi de aktarıyorsunuz, neler adına teşekküre giderdiniz?

Bizler çocuklarımızın yaşam hakkını savunuyorduk, daha iyi koşullarda bulunmasını istiyorduk. Bizim bu isteklerimizi haklı bulan ve bize yardımcı olmaya çalışan az sayıda yetkili kişi de vardı elbette. Bizi iteleyip kakalamayı görev edinmiş olanların yanında, her gittiğimizde bizi odasına kabul eden, çay ikram eden, isteklerimizi not edip yerine getirmeye çalışacağını söyleyen ve gerçekten de bir kısmını yapan bir insana teşekkür etmek içimizden gelen bir şeydi. Çocuklarımızın tek tip elbise giymekten kurtulması, tecrit yalnızlığından koğuşlara geçmesi, televizyon izleyebilmesi, benzer iyileştirmeler yapılması karşısında biz de analar olarak teşekküre giderdik. Çok olmadı bu durum. Birkaç kezdir. Teşekkür edilmesi gereken insan da mumla aranabilirdi zaten…

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

İyi ki elime kalem alıp yazmışım

Sorulacak sorulara, konuşulacaklar bu konularda sanırım hiç bitmeyecek. Yaşadıklarınız bir dönemin zor, sıkıntılı, çok sancılı zamanları. Kitap okuyuculara ulaştıktan sonra aldığınız tepkiler nasıl?

12 Eylül döneminin sıkıntılarını ve özellikle cezaevi kapılarının acısını bilen insanlar beni büyük bir içtenlikle kutladılar. Dövülerek öldürülen, işkence çeken, yıllarca zindanlarda tutulan insanların yakınları direncini gösterebilmişse, içerideki oğulla, eşle olan duygu bağını koparmadan ona destek olabilmiş ve haksızlıklara karşı direnebilmişse, bu başka insanlar için de bir umut ışığı oluyor. Sesini çıkarmaya çekinen, kendi içine kapan insanın ne kendisine, ne de üzüntü kaynağı olan yakınına bir yararı olabilir. Bunu söylüyor kitabımı okuyanlar. Senin yazdıkların insanlar için önemli bir örnek, bir dayanışma gücü sağlıyor diyorlar. Ben de bu paylaşımdan dolayı onur duyuyorum açıkçası, iyi ki göğüs germeyi başarmışım onca acıya ve iyi ki elime kalem alıp yazmışım diyorum.

Son sorum belki de umut timsali bir kadına sorulabilecek bir soru olsa gerek diye düşünüyorum. Umutlarınız neler?

Umutsuz yaşanabileceğine inanmıyorum. Öyle çok kötülük, öyle çok can acıtan yanları var ki hayatın… Umut olmasa, nasıl başa çıkarız bunlarla? En başta insanoğlunun doğaya saldırısı… Derelere tepelere, yer altı zenginliklerine el konuyor üç kuruşluk çıkarlar için. Çevre kirletiliyor. Orman alanları yok ediliyor. İnsanların geleceği karartılıyor. Haksız savaşlar çıkarılıyor. Açlıktan, ilaçsızlıktan çocuklar ölüyor. Tüm bu çirkinliklere, haksızlıklara karşı, tutunabileceğimiz ve paylaşabileceğimiz en yüce kavramdır umut…  Yaşanası bir doğaya umut, özgürlüklere umut, gelecek kaygısı olmadan yaşayabilmeye umut…

Kübra Ünlü – Perihan Akçam Röportajı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir