Menü Kapat

Naftalin Kokulu Bir İstanbul Ramazannamesi

BİR İSTANBUL RAMAZANNAMESİ

Bir İstanbul Ramazannamesi

Mahallemin güzel insanlarına

Naftalin Kokulu Bir İstanbul Ramazannamesi

80’li yıllar; çocukluk yıllarım. İstanbul’un benden öncekilere göre bozulmuş, bana göre ise henüz İstanbulluluktan çıkmamış küçük sahil semtlerinden biri.

Mahallemiz birilerinin “azınlık” diye ötelemediği dostlarla yaşadığımız bir yerdi.

Ermeni, Rum, Bulgar, Yunan göçmenleri, Tatarlar, Lazlar, Kürtler, Kafkaslar ve Arapların oturduğu sokaklardan ibaretti.

Aradan geçen 25- 30 yıllık süreden sonra şu anda o büyük ailelerden her sokakta hala ikamet edebilenler mevcut.

O yıllardan zihnimde kalan birçok güzel hatıra ile birlikte, büyük iftar ve sahur sofraları da var.

Çocukluğumun Ramazanları uzun, sıcak, harareti yüksek yaz günlerine denk gelenlerdendi. Yani en çok aklımda kalanlar.

Sabahları mahallenin kadınları güne, en fazla iki ya da üç katlı, büyük bahçeli, her bahçede neredeyse bir su kuyusu olan evlerinin bahçe temizliği ile başlarlardı.

Bahsettiğim bahçeler öyle şimdilerdeki gibi suni çimlerle çimlendirilmiş, kibrit kutusu boyutunda yeşil alanlardan ibaret değildi. En az 10- 15 farklı meyve veren ağaç ve kadınların yetiştirebilme adına yarıştığı, neredeyse yaşamım boyunca ne adlarını ne de kendilerini bir daha hiç görmediğim rengârenk ve mis kokulu çiçeklerden oluşurdu.

Mahallenin çocuklarının en büyük oyun alanları işte o bahçelerdi.

Ermeni, Rum, Laz, Kürt, Arap, Balkan, Kafkas göçmenlerinin çocukları yani bizler işte o bahçelerde büyüyen çocuklardık.

Sabah bahçe temizliklerini yapan kadınlar, anneler, anneanneler, babaanneler, haminneler, komşu anneler (bu deyimi Yunanistan göçmeni aileler çok kullanırdı); bizi o bahçelere saldıktan keri yine onlar bizi gece tekrar toplayana kadar oynardık, hayal dünyalarımızca geliştirebildiğimiz tüm oyunları.

Gündüzleri öğle ezanına kadar mukabeleler okunur sonrasında iftara hazırlıklar başlardı. Tabii ki bizim için en önemli şey; iftarda dağıtılacak olan okunmuş akideler, lokumlar ve şekerlerdi.

Mukabele okunan evlerin mahallelere göre farklı ritüelleri vardı. Milliyeti, dini, ırkı ne olursa olsun, mahallenin en yaşlı hanımının evinde okumalar yapılırdı. Okunan Kur’an’lar, Yasinler ve dualardan sonra yine mahallenin en bilge yaşlı teyzesine kadınlar dertlerini, tasalarını aktarır, fikir alış verişi ederlerdi. Sonra öğle namazlarını topluca kılarlardı.

Bu arada biz çocuklar; kadınlar tam namaza durmuşken eteklerine basar, tülbentlerini çeker, sırtlarına biner, secdeye varacakları vakit önlerine geçer komiklikler eder kaçardık.
Bu türden afacanlıklarımıza kimse ses çıkarmaz, kızmak yerine gülerlerdi.

Bir İstanbul Ramazannamesi

İkindiden sonra başlardı mahalle halkının telaşesi…

Komşular arası, evde biten nevale alışverişleri…

Neredeyse her evden gelen yemek kokuları ile kestirilirdi iftar menüleri…

Çocuklar, ellerinde birer kap “kokmuştur, annem gönderdi” diyerek mahallede koşuşturmaya başladıkları zaman kesinleşirdi menülerin içeriği.

İftar için büyük bahçelerden ya da boş arsalardan birine karar verilir, babalar, amcalar, ağabeyler semt pazarında kullanılan pazar tahtalarından uzun yemek masaları oluştururlardı.

Kurumuş ya da hastalanarak kesilmek zorunda kalmış ağaç kütükleri ve limon kasaları ise sandalyelerimiz olurdu.

Ezana, bir saat kala başlardı hummalı sofra kurma telaşesi.

En az dört, beş pazar tahtası birleşiminden oluşmuş bu Ramazan masası tüm Ramazan boyunca yerli yerinde dururdu.

Telâşe; müezzinin “Allahuekber” dediği ana değin sürerdi.

Bir olmayı, birlik olmayı bilirlerdi

Tüm mahalleli o sofrada birleşir, oruçlusu, oruçsuzu, dini inançları ne kadar farklı olursa olsun, bir ağızdan “Bismillah” deyip su ve zeytin ile oruç açardı.

Ermenilerin Paskalya Çöreğini, Arnavutların Arnavut Böreğini, Yunanlıların çeşit çeşit mezelerini, Kavala kurabiyelerini, Tatarların şerbetlerini, Kafkasların ketesini, Lazların Laz Böreğini ve daha birçok lezzeti işte o sofralarda öğrendim.

İmece usulü kurulan bu iftar sofraları ömrümde gördüğüm en bereketli sofralardı.

O sofralarda edilen sohbetler içerisinde günün moda tabiriyle “ötekileştirmeler” hiç olmazdı.

Ramazan, Kurban fark etmez, bayram günlerinde, neredeyse sabahın seherinde bayram tebrikine gelen ilk misafirlerimiz Nadya, Arşoloz, Varcan ve İvan olurdu. Ellerinde lokumları ile “bayramınız mübarek olsun” a gelirlerdi.

Bununla birlikte vaftiz törenleri ya da Paskalya’lar da kaçırılmaz, büyük otobüsler kiralanır, Lazların İbrahim Amca, Pirizrenli Zeliha Teyze, Kosovalı Flamur Amca, Ermenilerin Annik Teyze, Cezayirli Salih Amca, Selanikli Marangoz Mennan Abi, Bulgar Kasap Osman, Trakyalı İğneci Hafize Hanım, Selanikli Şeker Hatça, Gümülcineli Nafiyeler, Yunanistanlı Nakiyeler, Arnavut İsmail Agalar, Arap Bakkal Amca, Yufkacı Tatar Iramazan Amca, Kırcaalili Nadire Hanımlar, Kafkaslardan Edelet Hanımlar yani neredeyse tüm mahalleli törenlerin geçekleşeceği kiliselere giderdi.

Hepsi her zaman bir arada hareket eder; bir olmayı, birlik olmayı bilirlerdi. Evlerini, çocuklarını ve en önemlisi sofralarını; birbirinden ayrı görmezlerdi. Ölümde, doğumda, bayramda, seyranda yan yana durmayı gösteriş olsun, meziyet olsun diye değil, bütün samimiyetleriyle ve dostluklarıyla gerçekleştirirlerdi.

Keşke şimdi de İstanbul öyle doğsaydı çocuklarımıza

O sofralar aynı samimiyetle bugün hala kurulabiliyor mu bilemem; ancak Ramazan denildiğinde hep yaşama şansına eriştiğim bu güzellikler geliyor.

Naftalin kokulu, sınıfsız ve ayırımsız yaşadığım o Ramazan günleri; öğretmiştir bana, insana ve kutsalına saygı duymayı.

Ve o yüzdendir ki içimi acıtır “biz büyüdük ve kirlendi dünya” cümlesi…

İşte o yüzdendir ki anlamlandıramam hala “paylaşılamayanları”…

Keşke şimdi de İstanbul öyle doğsaydı çocuklarımıza…

Naftalin Kokulu Bir İstanbul Ramazannamesi – Kübra Ünlü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir